30 Ağustos 2018 Perşembe

Putlaştırma

Makesenserr | Ağustos 30, 2018 | Be the first to comment!
   

       Hepimizin sürekli duyduğu ve belki de sürekli birbirine "putlaştırıyorsun" diye yakıştırdığı bir kelime olan putlaştırmayı bugün kaleme alacağım. Ben putlaştırma kelimesinin ülkemizde çok ironik bir kullanımı olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir insan birine; bir şahıs veya nesneyi putlaştırıyorsun dediğinde benzeri birçok şeyi de kendisinin putlaştırdığını fark edemiyor. Böylelikle de putlaştırma eleştirisi yapan bir insanın kendi putlarının olması ironik bir hal alıveriyor. Örnek verecek olursak; A kişisi ülkesini yöneten bir organizasyonun başındaki şahsı çok yüceltiyor ve yaptığı icraatleri yere göğe sığdıramıyor. Artık o şahıs yanlış bir şeyler yapsa bile kendini hep doğru yaptığına inandırdığı için doğru yapıyormuş gibi görüyor. Kesin yanlış olduğu belli bir şeyi bile o yaptıysa bir bildiği vardır diyerek o şahsı haklı çıkartıyor. Diğer taraftan bir B kişisi ise A kişisinin yanlışını fark ediyor ve o kişiyi bu bağlamda eleştiriyor. Ona savunduğu şahsı putlaştırmaması gerektiğini söylüyor. Fakat asıl olay burada başlıyor. B kişisi A kişisine; ülkeyi yöneten şahsın yaptığı icraatlerin, yeniliklerin hepsinin doğru olmadığını; yanlışları olduğunu söylüyor. Hatta bazı yeniliklerin, hali hazırda kurulmuş olan devlet düzenindeki bazı fikirlere aykırı olduğunu bu yüzden de o şahsın vatan hainliği yaptığını söylüyor. Yani anlayacağınız; B kişisi de koyu şekilde bir düzen savunucusu ve aslında hem düzeni hem de düzenin kurucu/kurucularını putlaştırmış oluyor. Asıl ironi de burada başlıyor.



       Putlaştırmanın yanlış olduğunu ve sağlıksız olduğunu A kişisine anlatan B kişisi, aslında kendi putlarına sahip bir karakter. Olanı muhafaza etmeyi o kadar şartlamış ki kafasına; en ufak bir değişimi vatan hainliği olarak nitelendirebiliyor. Bunun bilincine varan A kişisi için B kişisi, samimi olmaktan oldukça uzaklaşıyor ve böylelikle ne A kişisi ne de B kişisi aralarındaki istişareden fayda sağlayamıyor. Ben böyle ironi içindeyken bir toplumun kafa olarak pek de fazla ilerleyemeyeceğini düşünüyorum. Eğer sağlıksız düşünen bir insan; eleştiren kişide sağlıksız düşüncelere sahipse bir fayda olmayacaktır.


       Tabi bir toplumda böyle bir durum varsa; bu durumun en temelinde eğitimsizlik vardır. Bir toplumda eğer eğitim sistemi gelişmemişse ve eğitimciler yeterli birikime sahip değilse toplumun daha iyi yerlere gelmesi söz konusu bile olamaz. Ayrıca; bir toplumda bireylere küçük yaşta bireysel ve toplumsal ahlak dersleri verilmiyorsa bilgi düzeyinin hiçbir faydası olmaz. Çünkü ahlakını kaybetmiş bir toplum bilgisini asla iyi yönde kullanamaz. Ahlaklı ve bilgili toplum dileğiyle sözlerimi sonlandırıyorum. Bugün putlaştırma konusunu yüzeysel olarak incelemek istedim. önümüzdeki hafta içinde "Putlaştırmanın Tarihçesi" adlı bir yazı kaleme almayı planlıyorum. Yazıyla alakalı yorumlarınızı yorum bölümünde benimle paylaşabilirsiniz. Bir dahaki yazımda görüşmek üzere esen kalın... 
devamını oku...

20 Mart 2018 Salı

Toplumsal Duyarsızlık

Makesenserr | Mart 20, 2018 | Be the first to comment!
   
       Duyarsızlık... Eminim herkesi rahatsız eden bir kelime. Kime sorsanız duyarsızlık çok kötü bir şey. Duyarsız olmamak lazım, duyarsızlık şeytani bir şey. Bir insan nasıl duyarsız olabilir ki? Herkesten duyduğumuz şeyler bunlar. Sorsanız herkes duyarlı. Ama gerçekten duyarlı olan kaç kişi var? Peki duyarsızlık nedir? Toplumsal duyarsızlık yazımda bu konuları ele alacağım.

       İnsanlar olarak elimizi taşın altına sokmaktansa kolay yolu seçiyoruz ve doğru yolu seçtiğimize kendimizi inandırıyoruz. Kolay yoldan gidip doğruyu yaptığımıza dair kendimizi avutma huyuna sahibiz. Herkes örneğin; bir zulüm karşısında hiçbir şey yapmamış olmaktansa küçük, faydasız şeyler yapıp kendisini tatmin etmek istiyor. Yalandan tatmin edip insani görevini yapmış hissediyor insanlar ve sonra millete insanlık dersi de veriyorlar kendilerince. Peki mesela nasıl yapıyor insanlar bunu?

       Şöyle ki; mesela ülkemizde veya dünyada bir insanlık suçu işlendiğinde, herkes telefonlarına sarılıyor. Hemen twitter, facebook ve bunlar gibi bir sürü sosyal platform üzerinden paylaşımlar yapıyor insanlar ve insanlık suçunu çeşitli şekillerde kınıyorlar. Bunu yaptıktan sonra da insani görevlerini yaptıklarına inanarak gururla geziyorlar. Çünkü ellerinden geleni yaptıklarını düşünüyor insanlar. Bir insan ağır bir suça maruz kalınca hemen o kişinin yanında olduklarına dair örneğin; twitler atarak çok duyarlı bir davranış sergilediklerini düşünüyorlar. Ama aslında toplumsal duyarsızlık oluşmasına katkıda bulunuyorlar. Benim asıl takıldığım nokta ise; insanların bu tarz paylaşımlar yapması değil, asıl nokta bu paylaşımları herkesin gereksiz yere çok fazla yapması ve kimi kişilerin de böyle kötü olayları prim malzemesi haline getirmesi. Haksız mıyım? Bu tarz paylaşımlar yapan insanların çoğunun hedefi prim yapmak, diğer insanların gözünde "duyarlı" bir insan olarak görünüp, kendilerine fayda sağlamak değil mi sizce de? Gerçek hayatta tanıdığımız, insanlık konusunda gram duyarlılığı olmayan hatta kendisi de topluma, insanlara karşı zararlı olan bireylerin bu tarz duyarlı paylaşımlar yaptığına ve hatta herkesten de çok yaptığına şahit okumuşsunuzdur bir kısmınız eminim. Tek amacı insanlara karşı duyarlı görünüp, takdir kazanmak olan bu insanlar gerçekte adeta duyarsızlık hastalığı olan kişilerken, sosyal medyada sanki en duyarlı kişiler onlarmış gibi bir izlenim yaratmaya çalışıyorlar. Örnek verecek olursak sosyal medyadan insanlık suçu durumlar üzerinden prim elde etme peşindeler ve bana sorarsanız bu durum en az o insanlık suçu kadar mide bulandırıcı ve berbat. Tabiki paylaşım yapan insanların hepsine demiyorum bunu ama bir kısmı maalesef böyle.

       Bu durumu şuna da benzetebiliriz. Mesela dinle alakası olamayan insanların bayramlarda herkese uzun uzun bayram mesajı göndermesi gibi. Bayramlarda mesajdan dindar kesiliyorlar ilginç bir şekilde. Yani insanlar gerçekte olmadıkları kişiyi, insanlardan takdir toplamak için sosyal medyadan göstermeye çalışıyorlar. Toplumsal duyarsızlık iyice yayılmaya başlamış durumda. İnsanların bu primcilikle beraber yavaş yavaş değişime de uğruyorlar. Çoğu insan toplumsal olaylara karşı duyarsızlaşmaya başlıyor. Böylelikle toplumsal duyarsızlık ortaya çıkmış oluyor. Herhangi bir şey olduğu zaman insanlar hemen bu olayla alakalı atacağı twiti, yapacakları paylaşımı düşünmeye başlıyor. Hani hep kimi çizimlerde de görürüz; bir olay olur da insanlar yardım etmek yerine telefonlarıyla görüntü almaya çalışırlar. Bu durumun yarattığı duyarsızlaşmayı anlamak için güzel bir çizim olmuş.

       İnsanların bencilliği bu değişimle daha da çok arttı. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın mantığı insanları iyice çevrelemeye başladı. Artık ucu bize dokunmuyorsa sorun yok gibi duyarsızlık halinin yerini; ucu bize dokunmuyorsa sosyal medyadan nasıl bir prim elde ederim düşüncesi alarak durum çok daha berbat bir hal aldı. İnsanların başlarına gelen durumda neler yaşadıklarını, ne durumda olduklarını hiç umursamayan bir toplum haline geldik. Tek umursadığımız; o insanların yaşadıklarını paylaşım yaparak nasıl kendi lehimize duyarlı görünmek için kullanabiliriz olmuş durumda. Tabiki bu durumlarla alakalı paylaşım yapan insanların hepsi duyarsız insanlar değiller ama onlar da farkında olmadan bu duruma alet oluyorlar. Tabi durum böyle olunca toplumsal duyarsızlık gittikçe artıyor. Eğer insan bir şey yapamıyorsa kendisini bu şekilde avutmamalı. Çünkü bir şey yapamıyorsa insan, böyle yollarla duyarlı olacağım derken; o acı durumu farkında olmadan suistimal etmiş oluyor. Bu paylaşımlar yüzünden bir sürü insan, bu oldukça kötü olan olaylar hakkında yorumlar yapıyor. Tabi sonra internet aleminde iğrenç diyebileceğimiz birtakım kişiler, o acı dolu olaylar hakkında iğrenç yorumlar yapıp, bu olayların çok fazla suistimal edilmesilmesine yol açıyor. İşte ayrıca bu sebepten dolayı da; insanların duyarlı olacağım diye böyle paylaşımlar yapmaması gerekiyor. Çünkü sosyal medyada gerçek, sahte birçok hesap bulunduğu için insanlar duyarlı olunması gereken olayları paylaştığında bu iğrenç kişilikler çok fazla durumu suistimal ediyorlar. Tabiki öyle kişileri insandan saymamak lazım. Ama bu durum olayı yaşayanlar için acı verici olabiliyor.

       Bu yazımda birtakım duyarsızlık örnekleri anlattım. Yazımda anlattığım, bahsettiğim bütün durumlar yüzünden çok fazla böyle hassas olaylarla alakalı paylaşım yapılmaması taraftarıyım. Özellikle de herkesin kesinlikle paylaşmaması lazım diye düşünüyorum. Sözlerimi böyle sonlandırırken daha duyarlı bir toplum diliyorum. Bir dahaki yazımda görüşmek üzere esen kalın...


devamını oku...

17 Mart 2018 Cumartesi

Üretim Toplumu

Makesenserr | Mart 17, 2018 | Be the first to comment!
   
       Üşengeçliği seven bir yapımız var. Her zaman bir şeyleri en kısa yoldan halletmek çekici gelir bize. Çalışmak iyi bir şey değildir. Önemli olan en çabuk, en kısa yoldan isteklerimize ulaşmak ve en az çabayla bunu yapabilmek bizim için. Millet olarak her alanda yansımış bu bize. Örneğin; herhangi bir acelemiz olmamasına rağmen eğer şartlar uygunsa hemen gaza basar, kırmızıda geçeriz. Bir sınava gireceğimiz zaman çalışarak değil de kopya çekerek sınavdan yüksek not alırsak bu durum bizi çok mutlu eder. Büyük bir şey başarmış hissine kapılırız. Emek vermeden iyi bir şey başarmış oluruz çünkü. Emek vermeden bir şeyleri elde etmek bizim için hem başarı hem de başkalarına karşı hava atma aracı haline gelmiş. Kısa yoldan bir şeyler başarabilince; emek verip, uğraşıp başaran insanlarla alay ederiz. Onları keriz ilan ederiz. Çünkü biz çalışmadan onların hedefledikleri başarıya ulaşmışızdır. Nedense hiçbir emek vermeden, üçkağıtla, haksız yere elde ettiğimiz başarı bize çok keyif verir. Bu da tabiki bizi üretim toplumu olmaktan alıkoyar. Peki ama bu durum neden böyle? Milletimiz neden üçkağıtçılığı seviyor?
       
       Ben açıkçası ülke olarak şu anki bulunduğumuz konumla, birçok ülkeden geri olmamızı bu duruma bağlıyorum. Kısa yoldan bir şeyler elde etmenin bir başarı kabul edilmesinin bizim gelişmemizi engellediği ve geride olmamıza yol açtığı kanaatindeyim. Çünkü emek vermeden, üç kağıtçılıkla insan bir yere kadar gidebilir. Bir yerden sonrası, sadece gerçekten emek veren insanlara aittir. Yani insan emek vermeden bir yere kadar gelebilir. Ama ulaşılacak asıl yer, tam anlamıyla başarı olarak tanımladığımız yer, sadece gerçek bir çabanın, emeğin ürünüdür. Üretim toplumu ancak böyle bir emekle oluşabilir. Ülkece bizden önde olmaları bu durumdan kaynaklanıyor. Millet olarak çalışmaya düşmanız. Bir şeyler öğrenmeyi istememizin en büyük sebebi ilerde bize getirdiklerini elde edebilmek. Öğrendiklerimizin bize bir şeyler katacak olması, bizi geliştirmesi, yeni bakış açıları vermesi ve ufkumuzu genişletmesi umurumuzda değil. Tek düşündüğümüz; öğrendiklerimiz bize para kazandıracak mı? Ev verecek mi, araba verecek mi, şunu bunu verecek mi? Tek derdimiz bu. Çünkü para kazanmayı tek amaç olarak görüyoruz. Herkes çocuklarına da bunu öğretiyor ve yeni nesillerde hep bu kafayla, maddi odaklı olarak büyüyor. Bu da üretim toplumu olmaktan bizi oldukça uzaklaştırıyor. İnsanların birçoğu; isteyerek ders çalışmıyor mesela. Ders çalışmak, mesela; matematik öğrenmek, ilerde kazandığı para miktarını arttırıyorsa, yani maddi açıdan bir getirisi varsa bunun, öğrenmeye çalışıyor insanlar. Ama matematiğin onlara yeni bir şeyler öğretmesi ve günlük hayatta vereceği yeni bakış açısını, ufuk açıcılığını çoğu insan umursamıyor. Öğrenirken bu kafada olduğu için insanlar, öğrendikleri de bu anlamda bir fayda vermiyor. Ne bakış açıları gelişiyor ne de ufukları açılıyor. Sadece sınavı geçene kadar öğreniyorlar ve eğer sınavları geçip de ihtiyaçları kalmazsa matematiği unutup, matematikle alakalı hiçbir şey yapmıyorlar. Tabi işlerinde gerekiyorsa o ayrı. Bu seferde işlerinde gereken matematiği, ezberci bir mantıkla akıllarında tutuyorlar ve matematiğin geri kalan kısmını unutuyorlar. Yani yine matematiği unutuyorlar. Buradan da anlayacağımız üzere, verdiğim örnekte; matematiği sadece para kazanmak için bir basamak olarak kullanıyorlar ve amaçlarına ulaşınca matematikle alakalı öğrendikleri kısıtlı birkaç bir şeyi de unutuyorlar. Böylelikle sadece düz, dar bir bakış açısına sahip, ufku dar, amacı olabildiğince çok tatil yapmak ve çok para kazanmak olan, düşünmekten aciz, makine gibi çalışıp hiçbir şeyi sorgulamayan, robotik bir toplum ortaya çıkıyor. Yani kısacası üretmekten uzak bir toplum oluşuyor. Bu sadece bizim ülkemizde değil tabi. Bütün dünyada az çok böyle ama bizim ülkemizde çok daha fazla olması ülkemizi daha da geri bırakıyor. En azından refah seviyemiz iyi olsaydı bu kadar olmazdı diye düşünüyorum çünkü insanların bir şeyler öğrenmekten uzak kalmasının bir sebebi de tabiki ülkemizin refah düzeyinin düşük olmasıdır.


       Eğer dediğim gibi milli gelirin yüksek olduğu gelişmiş bir toplum olsaydık, belki de bizim ülkemizde de bir şeyler üreten insan sayısı daha çok olabilirdi. Zaten gelişmiş ülkelerde daha çok sayıda yeni bir şeyler üretiliyorsa, bunun yegane sebebi; o ülkenin refahının bizim ülkemizden daha fazla olmasıdır. Çünkü eğer bir yerde insanların karnı doyarsa ve birçoğunun gelirleri iyi bir düzeyde olursa; oradaki insanlar temel ihtiyaçlarını karşılayabildikleri için artık bir şeyler üretmeye başlarlar. Zira bizim ülkemize baktığımızda; birçok insan geçim sağlama peşinde. Yeterince kazanıp, geçim derdi olmayan insan sayısı az. Bu da tabi insanların üretken olmamasına yol açıyor. Çünkü geçim derdi varken insanların bir şeyler üretmesi be üretim toplumu haline gelmemiz pek mümkün olmuyor. Tabi ömür boyu geçim derdi yaşayan insanların çocuklarına öğrettikleri de; ne olursa olsun para kazanması gerektiği oluyor. Bu şekilde büyüyen nesiller de öğrendiklerini büyük oranda para kazandıran bir şeyler yapma amacıyla kullanıyor. Bu hem öğrendiklerinin onlara bir şeyler katmasını önlüyor hem de yeni bir şeyler üretmeleri konusunda onları geride bırakıyor. Zaten bu durumda üretim toplumu olmak bir hayli zorlaşıyor. Eğer refah düzeyimiz bu düzeyde kalırsa bu durumu değiştirmek de bana sorarsanız neredeyse imkansız olacaktır. Nitekim karnı aç insanlara; paradan çok daha önemli şeyler var dediğinizde hiçbir etki bırakamazsınız. Onlar için dediklerinizin hiçbir anlamı olmaz maalesef.

       Yani kısacası; hem üçkagıtçılığın gerekli bir şey olduğunu düşünen hem de üretim konusunda geri kalmış bir ülkeyiz maalesef. Üretim konusunda da zayıf olan bir ülke olmamızda da refah seviyesinin düşük olmasının büyük bir etkisi var. İleride refah düzeyi yüksek, düşünebilen bir toplum dileğiyle... Eğer belirtmek istediğiniz bir düşünceniz olursa yorumlara beklerim. Bir dahaki yazımda görüşmek üzere esen kalın...
devamını oku...

12 Mart 2018 Pazartesi

Biraz düz bir miktar hayalperest

Makesenserr | Mart 12, 2018 | Be the first to comment!

   
       Hepimiz bazen hayatın fazla düz olduğunu düşünürüz belki de. Ama genelde hiçbir zaman kendimizi tamamen inandırmayız buna. İnsanoğlu hayalperesttir, hatta en gerçekçi olanları bile. Çünkü hayattan her zaman ekstra; az ya da çok; düşük ihtimalli beklentilerimiz vardır. Bizi hayata bağlayan da bunlardır aslında. Çünkü eğer bu beklentilerimiz olmasaydı hepimiz hayatın bu kadar düz olması karşısında umutsuzluğa kapılır ve en önemlisi sıkılganlıkla dolardık. Hayatı sıkıcılıktan kurtaran belki de yegâne şey hayata karşı olan isteklerimiz, hayallerimiz ve bir takım olağanüstü beklentilerimizdir. Çünkü bazen beklentilerimiz ne kadar hayal ötesi olursa o kadar sıkı sıkı bağlanıyoruz hayata.

       Meselâ çocukları ele alalım; çocukların hayalgücü zengindir ve birçoğumuz mutlu olmanın sırrının çocuklar gibi zengin hayalgücünden geçtiğine inanırız değil mi? Çünkü çocuklar zengin bir hayalgücüne sahip olduklarından en sıkıcı bir şeyi bile en eğlenceli hale getirebiliyorlar. Çünkü gerçeğin ötesinde düşünme gücüne sahipler. İşte bizim mutluluk arayışımızın da temelinde bu var. Yani ne kadar gerçek ötesi, olağandışı düşünebilirsek o kadar mutlu olmaya yaklaşırız gibi bir anlayışımız var. Tabi işin içinde bizim gelecek kaygılarına, birtakım sorumluluklara ve buna benzer bir sürü hayatımıza yönelik planlama yapma gerekliliği ile endişeye sahip olmamız da var. Çocuklar zaten bu öğelere sahip olmadıkları için de bizden daha mutlu olduklarına inanırız. Peki gerçekten de mutluluğu hayalperestlikte ve olağanüstü beklentilerde mi aramalıyız?


       Aslında bana sorarsanız bu durumda işin içine yine isteklerimizin sınırsız olması giriyor. Bir yaşam portresi yazımda da bahsetmiştim bundan. Tabiki tek sebep bu değil ama sonraki sebeplere birazdan değineceğim. İnsanoğlu olarak yetinmek yapımızda yok. Buna alışmışız. Her zaman daha yükseğe daha yükseğe... Hiçbir zaman durumumuzdan memnun olmayıp hep bize göre daha iyi olanı istememiz, burada da karşımıza çıkıyor. Çünkü en iyisinin de iyisi var ve biz hiçbir zaman olduğumuz durumdan memnun değiliz. En son seçenekler tükense dahi bu sefer de olağandışı, hayalperest isteklere sarıyor ve bu isteklerimiz olmadığı için yeterince mutlu hissedemiyoruz.

       Bir diğer sebebi de şu ki; bazen bizi içinde bulunduğumuz durumdan bir nebze olsun uzaklaştırabildiği için seviyoruz hayalperestliği. Meselâ bunun için en basit örnek; hapishanede olan bir insan olabilir. Hani çok bahsedilir; karikatürleri, çizimleri vardır. Hapishanedeki bir mahkûm ancak hayal kurunca o duvarları aşabilir. Hayal kurmak, işte o mahkûmu bir nebze olsun gerçekte olduğu durumdan uzaklaştırıp bir miktar mutlu, huzurlu olmasını sağlayabilir. Bunun dışında evine belki çok ağır işlerde çalışarak zar zor ekmek götüren bir ebeveynin de tutunma noktası olur bazen hayal kurmak. Bazen hayalperestlik ve olağandışı istekler bu gibi durumdaki insanlar için gerekli bir hâl alabiliyor. Maalesef acımasız bir sistemle yaşadığımız bu dünyada hayal kurmak bazen bizi biraz olsun hayata bağlayabiliyor.


       Ama ilk bahsettiğim durumdaki gibi bir haldeysek eğer; her zaman büyüklerimizin de dediği gibi aza kanaat etmeli, bizden daha kötü durumda olan insanlara bakıp şükretmeliyiz. Tabiki bunlar hepimize klişe gibi geliyor ama hepimiz biliyoruz ki doğru olanlar bunlar. Birçoğumuz örneğin; maddi açıdan daha iyi bir duruma ulaşınca, şu an o durumda olan insanlar gibi yapmayıp; daha yardımsever olacağını düşünüyor. Ama şu var ki; o durumdaki insanların da bir kısmı önceden o durumda değildi ve onlar da daha yardımsever olacaklarını düşündüler. Yani bana sorarsanız muhtemelen birçoğumuz maddi açıdan bu bahsettiğimiz duruma ulaşınca dedikleri gibi daha yardımsever olmayacak. Çünkü artık çevreleri değişecek ve hem belki de çevreleriyle maddi açıdan rekabet halinde olacak hem de her zaman daha çok kazanma hırsı hastalığına yenik düşecekler. Ama halbuki çevrelerinden ziyade kendilerini daha kötü durumdaki insanlarla kıyaslasalar hem kazanma hırsından kurtulacaklar hem belki de kendilerine ekstradan keyif için harcadıkları paranın bir kısmından feragat edince nasıl da bir sürü insana yardım edebileceklerini farkedecekler. Bu da onlara asıl mutluluğun ne olduğunu gösteren unsurlardan biri olacak. Ama maalesef bunun yerine hep daha çok kazanmayı hatta bazen hayalperest bir kazanma arzusunu seçip daha da mutsuz oluyorlar.

       Sonuç olarak; kimisine lazım kimisine gereksiz olan bu hayalperestlik için benim örneklerim ve söyleyeceklerim bunlar. Tabiki hayalperestlik konusunda birçok örnek verilebilir. Bu yazımda bunların bir kısmından bahsettim. Eğer sizin de bahsetmek istediğiniz herhangi bir örnek varsa bu hayalperest olma konusunda, siz de yorum bölümüne bu örneklerinizi yazabilir ve soru, görüş ve önerileriniz için bana iletişim sayfamdan ulaşabilirsiniz. Yazımı burada sonlandırıyorum. Bir sonraki yazımda görüşmek üzere esen kalın...

devamını oku...

1 Mart 2018 Perşembe

Bir yaşam portresi

Makesenserr | Mart 01, 2018 | Be the first to comment!

       Soğuk bir kış günüydü. Doğruldu yatağından. Perdeyi araladı. Herkesin bir işi varmış gibi görünüyordu. Sürekli hareket halindeydi herkes. Bir şeylerle uğraşmayan bir kişi bile göremedi gözleri. Hemen aklından "hayatın sistemi işte, kimseyi rahat bırakmıyor." diye geçirdi. Sonra mutfağa yöneldi. Dolabı açtığında birkaç tane yumurta, biraz yoğurt, 3-5 tane domates, az kalmış boynu bükük bir peynir, azıcık zeytin ve tereyağıyla margarin olduğunu gördü. İştahı kesildi bir an için bu manzara karşısında. Aylardır işsizdi. Cebinde kalan son paraları harcıyordu artık. Yakında aç kalacaktı. Hemen aşağı inip bir ekmek aldığı gibi tekrar yukarı çıktı. İki yumurtayla tereyağında bir omlet yaptı. Yanına biraz domates dilimledi. Oturma odasındaki pencerenin yanındaki masaya oturdu. Sonra içecek bir şeyi olmadığını farketti. Bu durum oldukça can sıkıcıydı. Hemen aşağı inip ucuzundan bir kutu portakal suyu aldı. Sonra masasına oturup yavaş yavaş yemeye başladı. İçeceği bitmesin diye bir taraftan yavaş içiyor, bir taraftan da yavaş içmek zorunda kaldığı için küfrediyordu. Sonra kahvaltısını bitirdi ve meyve suyundan son yudumunu çekip pencereden dışarı baktı. O an derin bir yalnızlık hissetti. Aslında hayattan ne istediğini tam bilmediğinin verdiği bir yalnızlıktı bu daha çok. Yanında birtakım insanlar olsa da hissedecekti bunu. Çünkü; bu öyle bir boşluk hissiydi. Sebepsiz, amaçsız, sıkıcı...

       İnsanların isteklerini, arzularını, hayat gayelerini izliyordu. Herkesin belli hedefleri vardı ama hepsi özünde aynı temele dayanıyordu sonuçta. Mutlu olabilmek... Çünkü insanlar bütün hedeflerini aslında kendilerini en mutlu edecek şekilde planlarlar. Herkesin hedefi mutlu olmak. Sonra düşündü; insanların bir kısmı büyük hayallerine ulaşıyor, hatta bir kısmı hayallerinin de ötesine ulaşıyor. Ama ya ondan sonrası... Kimsenin ben hayallerime ulaştım ve artık mutluyum demediğini düşündü. Herkes varmak istediği en üst noktaya, hatta ondan da üstüne vardığında yine de daha çok şey istiyordu. Hâlâ tam manasıyla mutlu olamıyordu. Sonra istekler sınırsız diye düşündü. Aslında kendisini yalnızlığa iten sebep de buydu. Ne isterse istesin sanki sonu yok gibi hissediyordu. Hedefine her ulaştığında yetersiz geliyordu ve yeni hedefler koymak durumunda kalıyordu kendisine. Hiç tatmin olmuyordu. Sonra düşündü. Belki de mutluluk hedefe varmaktan ziyade; o hedefe varmaya çalışmakta gizlidir. "Evet" dedi. "Durum bu galiba." diye geçirdi içinden. Şu anlamsız hayatta belki de mutlu olmak için çabalamak bu anlamsızlığı, bu boşluğu doldurduğu ve insanı biraz olsun bu boşluktan kurtarabildiği için sürekli mutlu olmaya çabalıyoruz belki de. Çünkü bir şeylerle uğraşmassak işte o zaman büyük bir boşluk... Derin sessizlik... Herkes hayatın anlamsızlığının farkına varabilirdi o zaman. Herkes hayatı sorgulamaya başlardı ve hayatın anlamsızlığı içinde birer melankolik kişilik haline gelebilirdi insanlar.

       Sonra insanlık tarihini şöyle bir düşündü. Aslında hep hayatın bu boşluğunu , anlamsızlığını doldurma çabasıydı sanki her şey. Savaşlar, dinler, ideolojiler, seferler, göçler, fetihler, fikirler, felsefe ve daha birçok şey. Hepsi aslında boşluğu doldurma çabasıydı. Hepsi aslında belki de tek bir sorunun cevabını aramasıydı insanların. Ben niye varım? En temel soru ve boşluk hissinin en temel yanıtı bu olmalı diye düşündü, "Evet evet kesinlikle bu!". İnsanlar var olduklarından beri bu cevabı aramak için onca şey yaşadı belki de. Çünkü biz insanlar net varlıklarız. Merak ettiğimiz bir konuda net yani %100 bir cevap alamayınca hep bir tatmin olmamışlık olur içimizde. Tabiki bu durum konunun mahiyetine göre değişir ama "Ben niye varım?" sorusunun mahiyetini anlatmaya hacet yok. Ve belki de insanı bu sorunun cevabı konusunda tam anlamıyla tatmin eden hiçbir şey yoktur diye geçirdi içinden. Hatta belkisi yok. Zaten hiçbir şey yok tatmin eden bu konuda diye düşündü. İnsan bu merak yüzünden böyle diye düşündü. Çünkü hiçbir şey insana bunun cevabını %100 veremiyor ve insan da bu yüzden bütün bir ömrünü bu arayış içerisinde geçiriyor. Bütün tarihin, bütün insanlık olaylarının özeti belki de budur; "Ben niye varım?" sorusunu aramak dedi kendi kendine. Sonuçta hiçbir şey bu soruya yanıt veremiyor. İnançlarımız, dinlerimiz de bu soruya yanıt vermekte yetersiz kalıyor. Çünkü insanoğlu öyle bir varlık ki yaratıcıdan bunun cevabını bizzat almadan rahat edemiyecek bir varlık. Aslında işte o içimizdeki boşluk hissi, kimi zaman hissettiğimiz yalnızlık, anlamsızlık, hepsi bu soruya %100 yanıt verememekten geçiyor dedi kendisine. Bu soruya ister istemez her insan cevap arıyor ve belki de cevap bulamadığı ve bulamayacağını bildiği için bu boşluğu başka öğelerle doldurmaya çalışıyor. Ama bu soruya yanıt aramanın amansız isteği bizi örümcek ağı gibi sarmalıyor. Bu da içimizdeki arayış olgusunu hep diri tutuyor ve biz bu arayış hissinin içini doldurmak için sürekli yeni isteklere sahip oluyoruz. Varabileceğimiz son noktada bile hayat dair isteklerimiz, arzularımız devam ediyor. Sürekli yeni hedefler koyuyoruz mutlu olmak için kendimize diye düşündü.

       Sonra içinde yaşadığımız sistemi düşündü. Dünyada her yer belli otoriteler altında yönetiliyordu. Bir takım otorite sahipleri zenginlik, refah, saadet içinde yüzerken bize aza kanaat etmeyi öğretiyorlardı. Bize azı çok gibi gösterip; kendileri bolluk içinde yüzüyorlardı. Bizim doğrularımızı onlar belirliyorlardı. Onlar önümüze bir takım hedefler koyuyorlar ve biz o hedefler için canımızı dişimize takarak çalışıyorduk. Ama koydukları hedefler hep kendi çıkarlarına yönelik oluyordu. Biz ise az bir çıkarımız varsa bile bu durumdan mutlu oluyorduk. Onlar ise bizi koyun sürüsü gibi yönetiyorlar ve üstümüzde egemenlik kurarken bizim elimize sürekli birtakım oyalanma araçları veriyorlardı. Fakirlik içinde yaşarken kimimiz, onların zenginliklerini sindirmemiz için utanmadan dinlerimizi, inançlarımızı kullanıyorlardı. Bizi "Fakiri Allah fakirliğiyle, zengini ise Allah zenginliğiyle imtihan ediyor." laflarına inandırdılar. Bunu din kisvesi altında bize pazarlayabileceklerini biliyorlardı. Böylelikle onların haksız zenginliklerine bir tek laf etmeyecektik. Çünkü bu dine aykırıydı. Bizi içten çürüttüler diye geçirdi aklından. Bizi dışardan baskılamadılar. İçerden baskıladılar. Beynimizi ele geçirdiler. Düşünce kalıplarımızı yönlendirler. Onlar yukarıda refah içinde yaşarken; biz "yarınki maç nolacak acaba" diye bu tarz öğelerle oyalanıp, "sınavı napacağım?","geleceğim nasıl olacak, hedeflerime varabilecek miyim? Mutlu olabilecek miyim?" diye onların önümüze serdiği sistemde biraz olsun mutlu, huzurlu, refah içinde yaşayabilmek için olanca gücümüzle çalışıyor olacağız. Ama sistem onların olduğu için nereye varırsak varalım bizleri yönetiyor olacaklar. Hatta sistemle ilgili kaygılarımız arttıkça ve sistem içinde ilerledikçe belki de daha çok sistemin içine batacağız. Sisteme baş kaldırmak, karşı durmak lazım, asıl belki de o zaman "Ben niye varım?" sorusunun cevabına daha yakın olacağız diye düşündü.

       Geçmişe bakınca sonra; tarihte hem kapitalizmin hem de sosyalizmin insanları yönetmek için nasıl kullanıldığını düşündü. Olması gereken sistemin; insanların birbirine çıkar amaçlı bakmadığı, herkesin hakettiğini adaletli bir biçimde aldığı, eşitlik kavramının sözde degil özde var olduğu bir sistem olduğu sonucuna vardı aklından. Bunu başarabilirsek dünyayı cennete çevirebiliriz diye düşündü. Sonra telefon sesine ayıldı bir anda. Telefonu açtı. Arayan, geçen gün internette iş ilanını görüp başvurduğu bir firmaydı. Muhasebe müdürlüğü için iş görüşmesine çağrılmıştı. Daha önceden de iş tecrübesi vardı ama hiç bu kadar yüksek bir pozisyonda çalışmamıştı. Maaşı 4000 lira olan bir işti. Telefon görüşmesinden sonra sevinçten ayağa fırladı. Hemen iş görüşmesi için neler yapması gerektiğini düşündü. Kuaföre gitmeliydi. Ayrıca giyeceği kıyafeti iyi seçmeliydi. Bol bol dua ediyordu iş görüşmesi olumlu geçsin diye. Eğer işe başlarsam mobilyaları yenilerim, kendime şunları şunları alırım gibi daha bir sürü düşünce geçti aklından. Ardından yediği omletin ve domatesin tabaklarını kaldırdı ve meyve suyunun boş kutusuyla beraber mutfağa götürdü. Meyve suyunun kutusunu çöp kutusuna attı. Sonra kafasından artık işi alırsa yeme içme konusunda da tasarruf etmesine gerek olmadığı fikri geçti. İşi alıp almadığı henüz belli değildi. Ama alacağından emin gibiydi. İçine doğmuştu. 4000 lira gibi bir maaş oldukça fazlaydı. İstediği birçok şeyi alabilirdi. Sonra birden bugün aklından geçen düşünceleri hatırladı. Ne kadar çok şey düşünmüştü öyle. Çok gereksizdi düşündükleri. Hem bu kadar olumsuz olmaya ne gerek vardı ki. "Birkaç ay işsiz kalınca nelere sardım!" diye geçirdi aklından. İşi alabilirse neler yapabilecegini düşündü. Almak istediği birçok şeyi alacaktı. Kendisine almak istediklerine dair hedefler belirledi. Ulaşınca mutlu olacağı hedefler. Hayat ne kadar da güzeldi artık...
devamını oku...

22 Şubat 2018 Perşembe

Carpe Diem Bir Gelecek

Makesenserr | Şubat 22, 2018 | Be the first to comment!
       Her sabah yeni bir güne uyanmak, umutlarımıza, hayallerimize ve en önemlisi mutluluğumuza bir adım daha yaklaşmak... İnanın bu yazıya başlarken konusunun ne olacağını düşünmeden başladım ve ilk cümleyi yazarken ne hakkında bir yazı kaleme alacağıma karar verdim.


       String teorisini bilenler bilir. Yanlış hatırlamıyorsam 10-11 civarı boyuttan bahseden bir teoriydi. Teoriye göre biz insanlar 3. Boyutta yaşayan canlılarız. Yani en, boy ve derinlik olan boyutta yaşıyoruz. Yine hatırladığım kadarıyla Einstein'e göre 4. Boyut zamandı ve biz 3. Boyutta yaşadığımız için zamana hakim degildik. Anlık yaşayan canlılardık. Yani sonuç olarak insanoğlu olarak "şimdi" yi yaşayan canlılarız.


       Tabi size string teorisini anlatmayacağım. Teori konusunda da yanlış veya eksik söylediklerim olabilir. Ama asıl konuya varmak için bu teoriyi basamaklardan birisi olarak kullanmak istedim. Bu yazıda işlemek istediğim konu; insanoğlu olarak amansız bir şekilde mutluluğu ararken, aslında farkında olmasak bile sandığımızdan daha fazla anlık yaşamamız.


       Her birimizin belirli gelecek planları, hayat hedefleri var. Hepimiz bu isteklerimizin yerine gelmesi için kendimizce çaba sarfediyoruz. En tembel olanımızdan tutun da en çalışkan olanımıza kadar herkesin illaki geleceke alakalı bir takım hayalleri var. Aslında yazının bu aşamasında hedeflerimizi içinde yaşadığımız sistemin belirlediğini anlatmak geliyor içimden ama bu konuya hem Farkındalık Terapisi yazımda yer verdiğim için hem de asıl konu bu olmadığı için değinmeyeceğim. Benim konum aslında her ne kadar gelecek planları yapsak da yaptığımız seçimlerin fazlasıyla anlık olması. Yani aslında her ne kadar gelecek için çalışsak da birçoğumuz, gelecek için fedakârlık yapması gereken yerde; anlık iyi/mutlu hissettiren seçimler yapıyor ve işin kötü tarafı bazen bu seçimler gelecek planlarını oldukça kötü etkiliyor. Ama aslında kötü etkileyeceğini bilerek yapıyoruz bunları. Çok azımız gelecek planları için bugününden fedakârlık yapıyor. Yanlış anlaşılmasın. Ben kesinlikle bugünümüzden vazgeçelim demiyorum. Ben sadece bazen fedakârlık gerektiren durumlardan bahsediyorum. Mesela bir şahıs 3 ay para biriktirme planı yapmış olsun. Bu şahıs 3 ay yediğinden içtiğinden kısıyor ve 3 ay sonunda hedeflediği birikimi yapıyor. Yani aslında bu şahıs ömrünün o 3 ayından vazgeçmiyor. Sadece o 3 ay harcamalarından fedakârlık yapıyor. Bunun gibi bir çok örnek verilebilir tabi. Eminim bazılarınızın aklına gerek kendi gerek çevresi gerekse tvde, orada, burada, sosyal alemde gördükleri kişilerle alakalı bunun gibi örnekler geliyordur.

     
       Ben açıkçası insanların gelecek hayalleri için bir takım fedakârlıklar yapmak yerine, fazlasıyla carpe diem kararlar almasının en önemli etkenlerinden biri olarak insanların sabırsızlığını görüyorum. Çünkü insanların hayal ettiği o gelecek şu an için uzaktayken, fedakarlık yapmak her zaman kolay olmuyor.  Çünkü string teorisinde de dediğim gibi şimdide yaşıyoruz ve şimdinin önümüze serdikleri bize uzak geleceğe oranla çok daha gerçekçi geliyor ve insanlar da bazen buna yenik düşüyor. Üstelik defalarca kez gelecekle ilgili fedakârlık yapması gerektiğini tecrübe eden insanlarda bile bu duruma rastlayabiliyoruz. Çünkü geleceği beklemek yerine kendimizi şu ana gereğinden fazla bağlayacak kadar sabırsızız maalesef birçoğumuz. Çoğumuz bir yerden sonra gelecek planlarımız için uğraşırken bir anda kendine bahaneler üretip şimdiye hapsoluyor. Örneğin; "Amaaaannnn ölümlü dünya, bir daha mı geleceğiz buraya vb." gibi cümleler kurarak bazı zamanlar kendi geleceğimizi hiçe sayabiliyoruz. Ama üstelik sadece biraz sabredebilsek gelecekte neler başarabiliriz kim bilir? Ama gel gör ki durum içler acısı. Üstelik insanların üçkağıtçılığı ve bir şeyleri kolay ve kısa yoldan elde etmeyi bir marifet sandığı bir ülkede yaşayınca insan daha bir ümitsizliğe kapılıyor doğrusu...

       Bütün bunların çözümü hiç şüphesiz; çalışkanlıktan, hırstan, azimden ve daha bir sürü bunlara benzer özelliklerden geçiyor. Her daim kendimizi motive edersek ve azmimizi, çalışkanlığımızı korursak bir sürü işler başaracağımıza inanıyorum. Unutmayalım ki yaptığımız bir şeye sürekli motive olmanın yollarından biri de sağlığımızdan geçiyor. Gerçekten de insanın beden ve ruh sağlığı ne kadar iyi olursa bir şeyler başarma oranı da o kadar yükseliyor. Başarılar ve sağlıklı bir hayat dileyerek yazımı sonlandırıyorum. Bir dahaki yazımda görüşmek üzere hoşçakalın, esen kalın...



       
devamını oku...

18 Haziran 2017 Pazar

Farkındalık Terapisi

Makesenserr | Haziran 18, 2017 | 1 Comment so far

     
       Günlük hayatımız kimi zaman hızlı kimi zaman yavaş kimi zaman monoton kimi zaman heyecanlı ve duygusal karmaşalar içinde en çok da arayış içinde geçmekte. Nitekim çevremize bir baktığımız zaman insanların sürekli koşuşturma içinde ve sürekli yeni bir şeyler peşinde, durmadan hareket halinde olduklarını görürüz. Zaten dikkat ettiyseniz sadece yaşlı insanlar durağandır. Kendi köşelerine çekilmişlerdir onlar. Artık koşuşturma bitmiştir onlar için. Küçük işlerle uğraşır çoğu. Hani derler ya insan yaşlanınca çocuklaşır diye, gerçekten de yeniden çocuk olmuş gibilerdir. Çünkü onlar eskisi gibi enerjik değillerdir artık. Sürekli bir şeylerin peşinde koşmak için enerji gerekir çünkü.     



       Peki asıl sorumuza gelirsek, neden bütün insanlar sürekli benzer bir takım hedeflerin peşinde koşarlar? Neden herkes para, şan, şöhret vesaire... peşinde? Neden hiç kimse diğerinden kolay kolay bir farklılık gösteremiyor? Sizce de insanlar sistemli bir şekilde yönetilmiyor mu? Sanki herkes fabrikasyon gibi sürekli aynı şeyler peşinde değil mi sizce de? Pahalı markalar, arabalar, evler, statüler, tanınma, şöhret olma ve daha bir sürü şey... Sizin de takdir edeceğiniz üzere herkes aynı hedef ve arzuların peşinden koşan, şekil dışında aynı kişinin farklı bir versiyonu gibi. Sadece belli başlı farklılıklar var. Örneğin; A şahsı kitap okumayı, ders çalışmayı çok seviyor ve ilerde mesleki anlamda tanınmış ve çok iyi kazanmak istiyor. B kişisi ise kitap okumayı sevmiyor, ders çalışmaktan nefret ediyor ve ilerde tanınmış, çok kazanan bir insan olmak istiyor. Dikkat ettiyseniz aralarında fark var ama her ikisinin de istek ve arzusu aynı değil mi? Peki hiç şunu kendinize sordunuz mu? Neden herkes fabrikasyon gibi doğduktan sonra aynı okullara gidiyor, aynı meslekleri yapıyor, aynı istek ve arzulara sahip oluyor ve neden sonra ne olduğunu anlayamadan öteki tarafa göçüyor? İşte sorun tam da burada başlıyor...
 



       Belirli bir sistem bizi alıyor, okutuyor, eğitiyor, ve çeşitli kanallarla (tv, radyo, gazete, dergi, sosyal medya, aklıniza ne gelirse...) bize nasıl yaşamamız gerektiğini, neyi isteyip neyi istemememiz gerektiğini, neyden uzak durmamız gerektiğini yani kısacası sistemin insan tanımına göre nasıl yaşamamız gerektiğini bize gösteriyor. Bunu yaparken sistemin bize arzulattırdığı veya zorunluluktan yaptığımız mesleklerle, vergilerimizle, sistemden öğrendiğimiz davranışlarla ve daha bir sürü sistemin getirisiyle aslında sadece sistemin varlığını koruyup, onu besleyip gitmiyor muyuz? Ve artık yaşlandığımızda bu sistem bizi işe yaramaz gibi kenara atmıyor mu? Neden? Çünkü artık sistemi besleyecek enerjimiz yok, çünkü sistem için artık sadece gitmesi beklenen bir fazlalık konumundayız. Özetle, sistem içinde doğuyoruz, sistemin öğrettikleriyle yaşıyoruz ve sistemin bizimle işi bitince yavaş yavaş ölüme hazırlanıyoruz. Peki hayat gerçekten bu kadar anlamsız mi? Basit bir döngüden mi ibaret? Kesinlikle değil. Aslında bu noktada kendimize su soruyu sormalıyız: Gerçek mana ne? Aslında neden varız? Ne için yaşmalıyız? Bu soruyu soran insan sayısı o kadar az ki... Çünkü sistem bize öyle güzel oyalanma araçları vermiş ki onlarla oyalanırken gerçek manadan ve yaşamın özünden uzak kalıyoruz ve düşünmüyoruz. Bu sadece bizim ülkemiz için geçerli bir durumda değil tabiki. Bütün dünya böyle. Amerikasından tutun Avrupasına kadar böyle. Tek fark sistemin güçlülüğü. Sistem ne kadar güçlüyse etkisi de o kadar güçlü oluyor. Mesela Norveç'i ele alacak olursak, Norveçte yaşamın kolay, suç oranının az ve toplumun refah düzeyinin yüksek olduğunu düşünürüz ve böyle bir ülkede yaşamak için can atarız. Çünkü orada ekonomi, demokrasi vb. dolayısıyla yaşam standartları bize göre gayet iyi durumdadır. Bunun sebebi de sistemin güçlü oluşudur. Sistem güçlü olduğu için insanların ihtiyaçlarına daha rahat cevap vermektedir ve bu da toplumun kendi içindeki sorunlarını, mali dengesizliği en aza indirmekte ve dolayısıyla suç oranını aşağı düzeylere çekmektedir. Bu da orayı daha yaşanabilir bir yer haline getirmektedir. Şu soruyu o zaman burada sorabiliriz: Aslında sistem bizi her ne kadar kullansa da, isteklerimizi, arzularımızı, arayışlarımızı sistem belirleyip sınırlasa da aslında sistem olmasa insanlar bir arada yaşayamaz mıydı acaba? Bu sorunun cevabi kısmen evet. Çünkü insanların hepsi durup yaşamın anlamını sorgularsa sistem çöker ve belki de insanlar bir arada yaşayamaz hale gelir. O yüzden bir bakıma sistem gerekli olabiliyor. Yani aslında insanlar kümes hayvanı gibi yönetilince bir arada durabiliyor gibi görünüyor. Ama şu var ki sistem; insanların akıllarına, zekalarına ve düşünce yapılarına doğru bir şekilde hitap etseydi ve insanları manayı anlamaya yöneltseydi ve buna yönelik bir toplum oluşturabilseydi işte o zaman gerçekten düşünmeyi bilen, asıl amacının farkında suçun, çirkef rekabetin, para, statü, şan, şöhret vesaire hırsının çok az bir düzeyde olduğu, sağlıklı bir şekilde bir arada yaşayan, düşünür ve kendisini doğru hedef ve arzulara odaklamış bir toplum oluşturabilirdi.Ama sistem bunun yerine insanlara aklı olmayan ve iç güdüleriyle hareket eden hayvanlar gibi muamele etmeyi seçti. Ve şu anki dünya düzeni bu şekilde oluştu... Sistem insanlara, tıpkı çiftlik hayvanları besleyip, onların yuvalarını yapıp etinden sütünden faydalanır gibi davranıyor ve bunun karşılığında insanlardan susup köşelerine çekilmelerini bekliyor. Ama eğer sistem insanlara gerçekten insan gibi yaklaşsaydı özetle, belki de cennet gibi bir dünyada yaşıyor olurduk...
   



       Peki içinde yaşadığımız bu sistemin, dünya düzeninin arkasında kimler var? Kimler bizi bir tavuk ya da bir koyun gibi yönetmeye çalışıyor? Tabiki bu noktada da para işin içine giriyor. Biraz klişe ama gerçekten sermayedarların yönettiği bir dünyada yaşıyoruz. Siyasiler gelip gidiyor ama bu insanlar siyasiler gibi geçici değil kalıcı bir hakimiyete sahipler ve perdenin arkasında görünmeyen kısımdalar. Bizi de oyalanma araçlarımızla oyalayıp, her şeye kayıtsız kalabilen aptal bir tüketim toplumu haline getirmeye çalışıyorlar. İşte o açgözlü sermayedarların bize hayvandan beter davrandığı bir sistemde yaşıyoruz. O yüzden umarım insanlar bir an önce uyanıp bu sistemin farkına varırlar ve aptal arzu ve istekleri bir kenara bırakıp bu sistemi o açgözlülerin tepelerine yıkarlar. Ama öyle görünüyor ki bu şu an için sadece bir ütopyadan ibaret. Çünkü insanların kafalarındaki zincirleri kırmak çok zor. Hele de 8 milyara yakın bir nüfusun olduğunu düşünürsek, bu iş gerçekten zor ama imkansız değil. Önemli olan inanmak. İnsanlar eğer gerçekten bir şeylerin farkına varmaya başlarlarsa bu süreç hızlanacak ve geometrik olarak artacaktır. Gelecekte daha güzel, yaşanılabilir, sağlıklı ve düşünür bir toplum dileğiyle... Esen kalın...

devamını oku...
 
Copyright © 2015 Makesenserr • All Rights Reserved.
Template Design by BTDesigner • Powered by Blogger